Sınır tanımayan 3 hayal, 3 hayat: Ebru Köktürk Koralı

Röportaj: Hatice Ünal Bilen Fotoğraflar: Hakkı Günerkan

Daha 18’inde bile değildi, gönlünü boyunu aşan hayallere kaptırırken. Bir filmi, bir barı, bir romanı olsun istedi en çok. Önce güzel yazısıyla sinema, film piyasasının nabzını tuttu, ucundan köşesinden. 26’sında kendi barının sahibi oldu, üç ortak sonra. Arkasından o çok arzu ettiği sinema filmini çekti, 22 Anadolu kadınını hikaye ettiği belgeseliyle.
Bir tek roman yazmadı, Koralı. Zaten sınır tanımayan cesareti, özgüveni ve donanımıyla çoktan yazmıştı bile hayatının romanını…
Yeme içme ve eğlence sektörünün deneyimli ismi, Ebru Köktürk Koralı, işte kadın konuğumuz…

Ebru Hanım çocukluk ve ilk gençlik hayallerinizden başlayarak profesyonel çalışma hayatınıza uzanan hikayenizi anlatır mısınız?18 yaşımdayım, öyle tek bir hayalim yok, biraz karışık… Birçok şeyi bir arada yapmak istiyorum. Masa başında çalışmak istemiyorum asla! Bir barım olsun istiyorum mesela. Yönetmen veyahut yapımcı olup film çekmek istiyorum. Bir de unutmadan, roman yazmak istiyorum.

18 yaş için epey cesur hayaller… Nasıl bir çevrede büyüdünüz, ailenizden de kısaca bahseder misiniz?

Ailemde sinemacı fazlaydı, abim oyuncuydu mesela. Film çekme hevesim en çok da bundandır. İletişim sektörüne alakalı, organizasyon kabiliyeti yüksek, sosyal bir aileden geliyorum ben. Eğitimci bir babanın kızıyım ve daha en başından benden mühendis çıkmayacağı apaçık ortadaydı. Oysa işletmenin, tıbbın, mühendisliğin çok popüler olduğu yıllardı onlar…
Bense işletme veya iktisat üzerinden sinema okumayı hayal ediyordum. Yüksekokulu Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde okudum. Bir de Yıldız Üniversitesi Büro Yönetimi ve Sekreterlik Bölümü var. Gelin görün ki, devamlı akademi sınavlarının kapısındayım. Ama olmuyor, olamıyor! Tabii o dönemler kontenjanlar çok düşük, en az 10 kişi alınıyor. Çok başarılı bir öğrenci de değilim, okul hayatım başarısızlıklar üzerine kurulu. Dediğim gibi aklımda bir tek akademiye girmek var ama oyuncu olmayı da asla düşünmüyorum!
O emelime ulaşamadım. En büyük talihsizliğim, İstanbul’da sadece iki okul olmasıydı; biri Marmara diğeri Mimar Sinan Üniversitesi… Öte taraftan ailem de İstanbul dışında okumamı kabul etmiyor. Neticede o hayalim gerçekleşemedi. Sonra düşündüm ve anladım ki, çok doğru bir meslek değildi, benim dünyam olamazdı…

Film çekme hayalinize veda mı ettiniz yani?

Neyseki hayır. Anadolu Üniversitesi’nde okurken Türkiye Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği’ne (SESAM) girme fırsatı doğdu. O hikaye de şöyle, 20 yaşımdaydım. SESAM’da bir defter yazma işi var, benim yazı da çok iyi. Hem müthiş de para veriyorlar. Abimin de arkadaşları neticede. Sağına baksan Kadir İnanır, soluna baksan Tanju Gürsu… Hayır diyemedim tabii. 40 gün boyunca SESAM’ın bütün kayıt defterlerini yazdım; dijitalleşme, teknoloji sıfır. Bir taraftan da düşünüyorum, orada bir fark oluşturur muyum diye…
Sağ olsunlar beni gerçekten bağırlarına bastılar. Bir yandan devam etmek istiyorum, inanılmaz etkilenmişim o büyülü dünyadan. Bir taraftan da akademi hayalimi cepte tutuyorum. Sinemanın tam bir geçiş dönemiydi, gelenekselden yeni sinema anlayışına geçiliyor. Ve Türkiye’de öyle iyi filmler çekiliyordu ki, yurt dışında da başarılar elde ediliyordu.
Akabinde ben ufaktan setlere gitmeye başladım. Öyle ya, bu dünya nasıl dönüyor, öğrenmeliydim. Henüz akademiye de girememişim, ne yaptımsa beceremiyorum! Fakat şöyle bir gelişme oldu, 1988 senesiydi ve Antalya Film Festivali SESAM bünyesinde yapılıyordu. 11 jüri koordinasyonu görevini bana verdiler. O işi çok iyi yaptım. Ertesi sene tekrar yaptım, ertesi sene tekrar yaptım… O işteki başarı ve yetkinliğim bana 17 yıl aradan sonra Adana Altın Koza’yı getirdi. Henüz 24’ümdeyim, uçaklara indirimli biniyorum, yaşımı büyük göstermek için saçıma büyük topuzlar yapıyorum, yere kadar etekler giyiyorum.

Ya sonrası?

Bu süreç, 1995 yılına, Çubuklu Hayal Kahvesi açılana kadar böyle devam etti. Tabii o sıralar Beyoğlu’nda festival, film organizasyonları yapıyorum, arkadaşlarımla paylaşıyorum. Hakikaten parlak bir çocuğum, sinema sektöründe çok seviliyorum, güzel ilişkilerim var, işleri sonuna kadar kusursuz teslim ediyorum.
Fehmi (Yaşar) ve Serdar (Temizkan), Hayal Kahvesi’nin kurucuları, aynı zamanda da çok yakın arkadaşlarım. Beraber bir iş tutalım istedik. Bir sinema salonu mu açsak yoksa bir bar mı? Ne yapalım ne edelim derken hoş bir tesadüfle Çubuklu’daki antrepolar geldi. 1 Nisan sabahı, yine böyle yağmurlu bir günde Çubuklu’ya gittik. Tabii önce çok korktuk. O zamanlar çok bakir bir bölge; sağı, solu bomboş, ıssız… Ama bir yandan da tutkuyla aşık olunacak kadar da olağanüstü! Hemen yanımızda da Çubuklu 29 var, çok popüler. Ben o mekanın da müşterisiyim. Netice itibari ile 26 yaşımda basbayağı bir gece kulübü işletmecisi oluverdim. Sabah beşe kadar açık, turizm ruhsatlı bir işletmeyi 1995 senesinde üç ortak açtık.

Profesyonel iş hayatı ve STK faaliyetleri dışında akademisyen kimliğiyle de öne çıkan Ebru Köktürk Koralı, en çok da insanların ona “Ebru abla” ve “hocam” deyişlerini sevmiş. İletişim ve gastronomi bölümlerine iki farklı branşta ders vermeye devam ettiğini anlatan Koralı, hayatının en eğlenceli ve mutlu günlerini öğrencileriyle geçirdiğini dile getirerek, “sanki içimden bir öğretmen çıktı. Kalabalıklar içerisinde sıkılarak konuşan ben artık çok daha rahatım. Bir öğrencim arkamdan ‘hocam’ diye seslendiğinde iki gözüm iki çeşme. Eğitimci bir babanın çocuğu olarak mesleğin kıymetini şimdi çok daha iyi anlıyorum” diyor.

Barı açtığınızda ne hissettiniz?

Çok mutluyum, şahane! Annem “eve geç kalma, akşama erken gel” diyor. Çok konservatif değil ama bir Türk ailesi tabii. Bar açmam bir yandan çok hoşlarına gidiyor ama diğer yandan da akılları almıyor. Çünkü daha 26’ımdayım, kendi yaptığım sermaye ile bir işletmeye ortak oluyorum, onlardan bir kuruş almıyorum ve ailemle oturuyorum…

Hem yaş hem dönem olarak bar açmanın türlü zorlukları olmuştur elbette. Çok zorlu bir süreçti bizim için. Hem dediğiniz gibi üçümüz de çok genciz, devletle ilişkileri bilemiyoruz… En kolay müşteri ile kurduğumuz ilişki. O da zaten çok gerçek, arkadaşlık ilişkisi gibi… Bizden, yaşadığımız hayat gibi… Ama diğer parametreler son derece ağır ve zorlayıcı! Yaşımıza göre çok büyük paralar kazanıyoruz. Ama sadece dört ay açık kalabiliyoruz. Bu arada benim ve ortaklarımın film çekme hayalleri devam ediyor. O ara dokümanter ve reklamcılığa çok büyük ilgi duyuyorum, reklam çalışmalarım sürüyor.
Birlikte öyle güzel işler yapıyoruz ki, her şeye rağmen keyfimiz yerinde. Pazar brunch’larımız çok meşhur, İstanbul’da sadece 1-2 otel yapmaya cesaret ederken üstelik de! Pazar akşamları düğünler yapıyoruz, her biri parti havasında geçiyor.
Boğaz ile müthiş bir ilişkimiz var. Bölge için büyük bir istihdam oluşturuyoruz. Bir araştırın, Çubuklu’da çalışmamış üniversite öğrencisi neredeyse yoktur. Çok iyi dostlarım var, halen de semt pazarına çıktığımda herkes beni tanır. 22 küsür senedir Boğaz’da yaşıyorum, hiçbir zaman da ayrılmayı düşünmüyorum.

Çubuklu ve paralelinde ortaklık serüveniniz ne zamana kadar sürdü? Bildiğim kadarıyla şu an işin başında değilsiniz.

Çubuklu, 2010’a kadar sürdü. 2003’e kadar çok aktiftik. Ancak sonrasında ortaklık yapımızda bir değişiklik oldu. Ben bir miktar daha arka planda kalmayı tercih ederek, kurduğum Marka Sokak ajansımı Çubuklu Hayal’in içine dahil ettim.Öyle olunca yönetimsel olarak daha geride, operasyonel manada ise daha aktif yoluma devam ettim.

Ta ki 2018 yılına kadar… Tam 26 yılım rıhtımda geçti. Önünde bir sahil düzenlemesi yapılınca dayanamadım, gitme vakti deyip veda ettim. Son bir yıldır Etiler’deki ofisimizde ajans faaliyetlerimizi sürdürüyoruz.

Yalova’da küçük, şirin bir evinin olduğunu söyleyen Koralı, vakit buldukça bahçe işleriyle uğraşmaktan büyük keyif alıyor. O yemyeşil doğanın ortasında geleni gideni hiç bitmiyor, evinde misafir ağırlamak onun en büyük zevki! Şehir mutfağında değil ama Yalova’nın harika köy pazarından ve bahçeden topladığı taze ürünlerle mutfağa girmeye bayılıyor. Bir de kitap okumayı çok seviyor, Koralı. Son zamanlarda ise en çok gastronomi okumayı…

Marka Sokak nasıl gidiyor, çalışmalarınızdan kısaca söz eder misiniz?

Marka Sokak, 20 yıllık lokal bir ajans. Bir network ajansı değil, dolayısıyla sadece ulusal markalarla çalışıyor. Bana Kalan Anadolu müşterileri. Türkiye’den çıkan markaları çok kıymetli buluyorum. Dokunmadığım Türk markası kalmamıştır diye tahmin ediyorum. Bu topraklardan çıkmış markalarla mutlaka bir iletişimim olmuştur.

Biraz da TURYİD’den bahsedelim mi? Dernekle yollarınız nasıl kesişti?

TURYİD, aslında tamamen sektörün ihtiyacından doğan bir birliktir. Nasıl ki ben ve ortaklarım bu sektöre bir hayal, bir idealle girdiysem, Sunset’in sahibi Barış Tansever’in özlemleri ve hikayesi de bizimkinden farklı değildi. Daha bunun gibi onlarca benzer hikaye daha sayabilirim. Baktığınızda her birimiz emekçi işletmecileriz. Aramızda bulaşıkçılıktan şefliğe, ustalığa yükselmiş, işinin ehli o kadar yok yönetici vardır ki…
Bizlerin hayalleri, hikayeleri birdi evet ama aynı şekilde sorunları da birdi. 90’lı yıllarla beraber Beyoğlu’nda müzik kulübü kültürü ile başlayan taze kan değişimi çok geçmedi, Boğaz’a da sirayet etti. Bir enerji geldi, müzik başka türlü konuşulur ve dinlenir oldu. Evet, tüm bunlar hem sektör hem de İstanbul için harika gelişmelerdi. Boğaz’da eğlenmek isteyenler için bangır bangır açılan müzikler, doğal olarak kimileri için de bir şikayet konusu olabildi.
Ses dışında bir diğer sorunumuz, İstanbul’un eğlence kültürüne ait medyanın yansıttığı hatalı algı problemiydi ki, İstanbul öyle köpük şovlar ve animasyonlarla eğlenen bir şehir değil! Bizim bütün derdimiz, müşterilerimize iyi yemeği kaliteli müzik ve amiyans eşliğinde sunabilmek! Mali sorunlarımız da cabası! Ben bilmem ki, vergi memurlarına mesai harcamadan geçirebildiğim bir tek yılbaşı gecem olsun, havai fişekleri tam 24.00’te gökyüzüne attırabileyim…
İşte sektörde bunun gibi birçok sorunla çarpışırken bulduk aslında birbirimizi ve 2003 yılında TURYİD’in ilk temellerini attık. Derneğin Yönetim Kurul Üyesi olarak sektöre fayda sağlamak adına çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Bu yıl aynı zamanda TURYİD’in 2. sini düzenlediği Gastro GlobalEkonomi Zirvesi’ne de başkanlık ettiniz. Nasıl bir deneyimdi, zirveye ilişkin detaylar vererek anlatır mısınız?

Geçen yılki zirveyi açık konuşmak gerekirse biraz zor çıkardık. Bunda Türkiye’nin diplomatik, siyasi ve ekonomik faktörlerinin etkisi büyüktü. Bu yıl için Yönetim Kurulumuz biraz tedirgin olmadı değil. Biz bunu sürdürebilir miyiz diye düşündüler, hatta ertelenmesi bile gündeme geldi.

Peki ne oldu sonra?

“Ben bu organizasyonun bütün sorumluluğunu karı ve zararıyla üzerime alıyorum” dedim. Elbette bir toplantı organizatörü değiliz. Ama Çubuklu Hayal olsun, Antalya ve Adana Film Festivalleri olsun, onları bir even yönetimi değil miydi? Her ne kadar toplantı ve toplantı içerikleri oluşturma konusunda çok deneyimli olmasak da kendi bünyemizde kurduğumuz güçlü ekibimizle yürekliydik, hevesliydik, titiz ve çalışkandık…
Ne mutlu ki, zirve beklenenden fazla ilgi gördü, sonraki yansımaları da beni çok mutlu ve onore etti. Bu organizasyonda en önemli hedeflerimizden biri, farkındalık oluşturmaktı ki, burada da amacımıza ulaştığımızı görüyoruz.
Bir de şunu özellikle ilave etmek isterim, bu yılki zirvemizde “Bölgesel Kalkınma” konusuna dikkat çekmek istedik. Bunun bir sebebi, sektörümüzün istihdama katkısı paralelinde kadın işgücünün de önemine vurgu yapmaktı. İkinci olarak, turizm için bir değer olan coğrafi işaretli ürünlere dikkat çekmekti. Bir pirinç deyip geçemiyoruz, onun bir hikayesi var. Üstelik sonradan yazılmış bir hikaye de değil; doğru ve gerçek bir hikaye.

Bir sonraki yıl için hazırlıklar başladı mı? 2020 programınızda sektöre yeni sürprizleriniz olacak mı mesela?

Tarihimiz belli, 25 Mart’ta üçüncüsünü düzenleyeceğiz. Şimdi yeni konular peşindeyiz. Geçen yıl başlattığımız “sosyal gastronomi” kavramını çok önemsiyoruz. Hatta Ebru Baybara Demir ile birlikte yürüteceğimiz bazı projelerimiz olacak, bu konuyla ilgili yurt dışından birkaç konuşma teklifi aldık, gidip hikayemizi anlatacağız.
Yine Suriye meselesini fazlasıyla önemsiyoruz. 3.5 milyon Suriyeli’nin yaşadığı bir ülke olarak gastronomi yoluyla onlara ulaşmak, hayatın içinde tutabilmek, istihdam gücü sağlamak ve en önemlisi de üreten insanlar haline getirmek gayesiyle projelerimize yön veriyoruz.
Onun dışında ülkemizde ilk kez geçen yıl zirvede gündeme taşıdığımız “gastrodiplomasi” kavramı bizim için çok kıymetli. Bu yılki zirvemize Türk Kahvesini ve Kahve Kültürünü Amerika’yı şehir şehir dolaşarak anlatan Gizem Şallıel kızımızın hikayesi damgasını vurdu.
İlham veren bir hikayeydi. Bunun gibi daha çok projeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Benim hayalim; Türkiye’den yurt dışına çıkan her öğrencinin kendi mutfağının bilinciyle hareket etmesi, gittikleri yerlerde annesini aramadan “ben size şahane bir dolma yapayım” diyebilmesi, bunları Türkiye’nin yerel ürünleriyle yaptığını söyleyebilmesi ve adres göstermesi…
İşte Türk mutfağı da, yerel ürünlerimiz de ancak bu yolla dünyaya yayılacak ve Türk gastronomisi hak ettiği değeri görecek…

Az önce Gastro Global Ekonomi Zirvesi’ni anlatırken, “Bölgesel Kalkınma” teması paralelinde üründe hikayenin önemine işaret ettiniz. Ya sizin hikayeleriniz, bir süredir Anadolu kadınlarının hikayelerini belgeselleştirdiğinizi biliyorum. Film nasıl gidiyor?

Kadın mevzu öteden beri beni heyecanlandırmıştır. Bu bir tesadüf olamaz! Konferansa gidiyorsunuz kadınlar var, Torino’ya gidiyorsunuz kadınlar var. Erkek egemen bir sektörde olduğum için aradaki farkı da çok iyi analiz edebiliyorum. Kadınlar meraklılar, hevesliler, düşünüyor ve üretiyorlar. Dahi fikirler kadınlardan çıkıyor genelde.
Hal böyle olunca, 18’imden beri bir film yapma hayalim de var ya hani, “ben bu kadın hikayelerini toplayacağım” dedim. Silifke’den bir balıkçı kadının hikayesini çektim. Evinin bahçesi bir dalyan. Bütün gün denize ağ atıyor, çekiyor. Hatta bazen o kadar hırslanıyor ki, yemin ediyorum erkek kuvveti yetmez, gecede 600 kere atıp çekiyor.
Sonra bir Aylin Yazıcıoğlu hikayesi var; çok iyi eğitim almış, İstanbul’un en iyi restoranlarından birinin kurucu şefi, izlenmeye değer…
O direniş hikayelerini dinlerken o kadar heyecanlanıyorum ki, iki gözüm iki çeşme dinliyorum. Hedefim, 22 kadının hikayesini çekmek. Geçen hafta Londra’ya, üç kadının hikayesi için gittim. Kıbrıslı bir kız var ki, Allah’ım yarabbim, Londra’da Oklava ve …. adında iki restoran açmış; Bulgar şefine Katmerci Zekeriya gibi şırak şırak katmer yaptırıyor. Türk malzemeleri ve tekniklerini inovatif bir yaklaşımla yorumlamasını çok kıymetli ve gurur verici buldum.

İki oğul sahibi deneyimli iş kadını Ebru Köktürk Koralı’nın en büyük emeli, çocuklarına bankada para değil, daha sürdürülebilir bir gelecek bırakmak! Kendi gibi gastronomi sevdalısı büyük oğluyla birlikte ileride tarladan sofraya konseptli bir restoran hayali kurduğunu anlatan Koralı için varsa yoksa çocukları, yemyeşil doğanın ortasındaki huzur veren evi ve belgeselleştirdiği film sevdası var!

Peki belgesel için hedefiniz nedir? Televizyonda herkes izleyebilecek mi, yoksa farklı planlarınız var mı?

İstanbul’da çekeceğim 23 hikayem kaldı. Arkasından Kayseri, Kapadokya ve Dalaman gelecek. Tüm bu çekimleri mayıs sonunda tamamlamayı planlıyorum. Çünkü kaba bir montajın ardından filmi festivaline yetişmek istiyorum. Şayet yetiştiremezsem önümde bir de Berlin Film Festivali var. Gastronomi Filmleri bölümünde kadın hikayelerim ve Anadolu gösterimimle yer alacak olmak beni çok heyecanlandırıyor. Belgeselde, kadında neye vurgu yapıyorsunuz, merak ettim doğrusu. Türk kadının kendi ekonomisini, kendi ekonomik özgürlüğünü sağlaması çok kıymetli ve bu beni çok fazla heyecanlandırıyor.

Peki, ilk gençlik hayallerinizde bar açmak vardı, Çubuklu Hayal’i uzun yıllar işlettiniz. Film çekmek vardı, şu an bir belgesel yapıyorsunuz. Ya roman hayaliniz, onu ne zaman yazacaksınız?

Roman yazmayacağım ama bir sürü film çekmek istiyorum. Zirve için bir domates görüntüsü, bir bar görüntüsü aradığımda ulaşmakta o kadar zorlandım ki, buna acil ihtiyacımız olduğunu fark ettim. Evet, stoklar var ama bizim daha çok fotoğrafa ve belgesele gereksinimimiz var.

“Hayatımı Yazsam Roman Olurdu” dediniz mi hiç? Nasıl bir duruş, dünya görüşü sizinkisi?

Herkesin hayatı roman ama belki benimki bir romana konu olacak kadar ilginç değil. İçinde drama yok her şeyden önce, geriye dönüp bakmak. Ben her sabah hafızamı kaybetmiş gibi sıfırlanarak başlarım yeni güne. Kin yok, kıskançlık yok, geçmişe dönük pişmanlıklarım yok. Şu an buradayım ve önümde ne var, hayatımı bu temel üzerine kurup şekillendirmiş biriyim.
Hiçbir zaman para için kimseyi kırmadım. Varsa vardır, yoksa yoktur. Her zaman geleceğe bakmakta ve biraz da unutkan olmakta fayda var diye düşünüyorum.
Boğaz’a bakarım ve hep derim ki “burayı kim yaşıyorsa Boğaz onundur”. Mülkiyet hırsım yok benim. Çocuklarıma da hep şunu tembihliyorum, “doğaya bakmayı öğrenin, ağaç yaşarken görmeyi öğrenin, toprak canlanırken bakmayı öğrenin, denizde yüzmeyi öğrenin, ihtiyacın olan balığı almayı öğrenin”. Hepsi bu işte!..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir