Beyaz Geceler

Beyaz geceler… Ününü ilk kez Moskova’da Flash ve Angel takma isimli arkadaşlarımdan duymuştum. Moskova’nın ünlü Arbat Sokağı’nı buz gibi bir havada karlar üzerinde adımlarken anlatmışlardı beyaz geceleri bana. Saatlerce yürümüş ve konuşmuştuk. Bu durum kaçınılmaz olarak Dostoyevski’nin ünlü “Beyaz Geceler” romanına götürdü beni. Daima yazacak çarpıcı bir hikâyesi olan Dostoyevski, insan öyküleri anlatır daha çok ama kenti de es geçmez. Saint Petersburg bu anlamda onun şehridir, pek çoğumuz bu büyülü şehri onun satırlarıyla gezmiş, kafamızda canlandırmışızdır.

Nobel ödüllü Coetze’nin “Petersburglu Usta” romanında tasvir ettiği Sveçnoy Sokağı, 63 numaradaki karanlık, kanca gibi kıvrık bir koridor, kapısı açık duran bir banyo, kurşuni boyalı bir kapı, onun tasvirindeki Saint Petersburg’dur. Dostoyevski ise Beyaz Geceler’inde bir aşk hikâyesinin izinde anlatır bu şehri. Hani yalnızlığı seven, Saint Petersburg’u çok iyi tanıyan, insanlardan çok şehirdeki evlerle, yollarla, mekânlarla arkadaşlık kuran kahramanımızın bir kızla ve gerçek hayatla tanıştığı, tüm anılarını, hayallerini anlattığı, dört beyaz gecenin hikâyesi…

BAŞKA BİR ENERJİ VERİYOR

Beyaz gecelerde sokakları arşınlayıp aynı hikâyeleri yaşamak mümkün değil artık. Dostoyevski’nin küçük, bakımsız evleri, yoksul köhne odaları, parke taşlar üzerinde tıkırdayarak ilerleyen faytonları, kanal kıyılarında yaşanan hikâyeleri de sadece kitaplarda kalmış.

Benim Saint Petersburg’daki 4 beyaz gecemde ritmim bozulmuştu önce. Öyle ya, gün boyu günışığı altında yürüyüp akşam bir loşluk bekleyen gözlerim hayal kırıklığına uğruyordu. Önce bir restoran, ardından bar, sonra oradan oraya sürüp giden yürüyüşler, ziyaretler derken vücudum düzen dışına çıkıyordu. Geceyi gündüzü ayrı yaşayan bu halimde ritimsizlik ritme, düzensizlik düzene dönüştü sanki. Romantik gün batımı ile gün doğumunun heyecanı çıkıverdi bir süre sonra hayatımdan.

Saint Petersburg başka bir enerji veriyor bundan sonra; başka renkler, başka izler, başka keşifler… Rusya’nın bu en güzel ve şık şehrinde ışığın izinde yürüyüşler yepyeni rotalara dönüşüyor. II. Katerina’nın ilk koleksiyonunu 1764’te Berlin’den getirttiği Hermitaj Müzesi’nde Rembrandt, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Van Gogh, Raphael, Renoir ve Picasso’nun eserlerini görmek, Saint Petersburg’da hemen her yerde rastlanan Dostoyevski’nin izini sürmek ya da İlya Repin’in “Zaporog Kazakları” adlı tablosuna bakmak… Bir gün sanatın izinde böyle geçiyor. Bir başka günü Çar’ın yazlık sarayına ayırmalı mutlaka; muhteşem bahçelerinde yürüyüşe çıkmak, arada banklarda oturup soluklanmak iyi fikir. Üçüncü gün kitapçıları, galerileri gezmeli, nehir kıyısından yürüyüşlerle St. Nicolas Katedrali’ne, Şarkılar Köprüsü’ne, Özgürlük Köprüsü’ne, Öpücükler Köprüsü’ne yürümeli, kanalların ve köprülerin şehrinde küçük sokaklardan geniş meydanlara ulaşmalı; Saint Petersburg’a karışmalı.

HAZİRANDA AYRICA HAREKETLİ

Saint Petersburg her şeyden önce çok şık bir şehir; entelektüel, sanatsever… Moskova da dahil diğer Rus şehirlerinden farklı bir profili var. Bu durumun farkında olan Saint Petersburg’lular biraz da o havayla konuşuyorlar. İlk beyaz gecemde tanıştığım, ardından birlikte Jamiroquai konserine gittiğimiz kişilerin tamamında o his vardı. Kendilerini Rus değil de daha çok Saint Petersburg’lu görmeleri bundandı sanırım. Bu arada özellikle haziran ayında bitmek bilmeyen bir etkinlik zinciri var şehirde. Festivaller, konserler…

NASIL GİDİLİR?

St. Petersburg’a İstanbul Atatürk Havaalanı’ndan direkt uçuşlar var. Şehrin havaalanı merkeze sadece 17 km uzaklıkta. En az 6 ay geçerli pasaportunuz varsa Rusya’ya vizesiz girebiliyorsunuz…

NE OKUNUR?

Bu şehir için “Dünyanın en sakin kenti” diyen Dostoyevski’nin romanlarını, Puşkin’in şiirlerini okuyabilirsiniz.

NE YENİR?

Kırmızı pancar, sebze ve etle pişirilen Borş çorbası; geleneksel Rus yemeği Kulebiak; mersinbalığından somona dilediğiniz balık çeşidi tavsiye edilir.

Levent Özçelik / HT Cumartesi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir