‘Toprağa ve sözüne adanmış’ kadın: Özgül Öztürk

Röportaj: Hatice Ünal Bilen

Enerjik, iletişimi güçlü ve öğrenmeye aç bir çocukluktu onunkisi. O kadar ki, dokuz aylıkken konuşup, yürüyüp, üç yaşında okumayı söktü. O da yetmedi, beş yaşına kadar anne babasına yaptığı “beni okula gönderin” baskısıyla öğrenim hayatına iki sene önden başladı. Üstelik de  mahkeme kararıyla, iki yaş atlatılarak! Hayat boyu öğrenmeyi savundu hep. Öte taraftan bildiklerini, gördüklerini çevresindekilere aktarmadan o büyük hazzı tek kişilik yaşamayı bir an olsun düşünmedi. Çünkü onun dünyasında hayat paylaştıkça güzel ve çok daha anlamlıydı!

A Mimarlık’ın kurucu ortağı, nam-ı diğer ‘Toprağın Kadını’ Mimar Özgül Öztürk, mesleki tecrübesi kadar girişimci ruhuyla da sektöre ilham katan bir isim. Şimdilerde, “Toprağın Kadını” unvanına yaraşır bir özveriyle Elazığ Keban’da atalarına adadığı imza projesiyle çalışmalarını sürdüren Özgül Öztürk’ün manevi duygularla besleyip, ödüllerle taçlandırdığı başarılı kariyer yolculuğu bu samimi söyleşimizde…

Özgül Hanım, sizi iş dünyasında ‘Toprağın Kadını’ unvanına taşıyan yolculuğunuz ilk nasıl başladı? İlk gençlik hatta çocukluk hayallerinizden başlayarak anlatır mısınız?

Benim çocukken bir meslek hayalim olmadı hiç. Ne zamanki ortaokula başladım, İngilizcemin çok iyi derecede olması sebebiyle yeni bir yol açıldı bana. Beşiktaş Atatürk Lisesi’nde turizm dersimiz vardı. Onu da İngilizcesi iyi olanlar alabiliyordu. Hatta lisedeyken Ayasofya’da rehberlik bile yaptık. Özellikle lise 1’deyken Boğaziçi Üniversitesi’nin turizm bölümünde okumayı çok arzu ettim. Ancak lise 2’ye geldiğimde “kesinlikle mimar olmalıyım” diyerek net bir şekilde yolumu çizdim. Akabinde İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ni bitirdim. Profesyonel çalışma hayatım öğrenciliğimle paralel başladı. Hayalim, kendi ofisimde kendi projelerimi tasarlayıp uygulamaktı. Bir ara okulda akademisyen olarak da kalmayı istedim. Ama proje tasarlamak ve şantiye ortamında uygulamak bana çok daha cazip geldi.

“Kesinlikle mimar olmalıyım” derken en güçlü motivasyonunuz ne oldu?  

Babam mimardı. Gerçi onu mimarlık yaparken pek fazla görmedim. Hatırladığım, çocukluk yıllarımdan itibaren ticaret yaptığıydı. Açıkçası o dönem mesleğin güçlüklerini pek bilmiyordum. Türkiye’de özellikle işin mutfak tarafı çok ağır, ara insan yok. Sevmeden yapılacak bir meslek değil.

Diğer taraftan mimarlık mesleğinin üretkenliği ve tüm sektörlerle birlikte çalışabilme potansiyeli ilgimi çekti. Bakıyorsunuz, işin içinde felsefe de var, sosyoloji de, sanat da… Bir nevi düz girip, tornadan geçirilerek çıkıyorsunuz. Özellikle öğrencilik yıllarımda bir yapıyı tasarlamak ve inşa etmek bana özgün ve nitelikli bir iş gibi geliyordu. Kendimi o işin içinde hayal ettiğimde keyifli hissediyordum. Üstelik sırf tasarlamayı değil, uygulamayı da çok seviyorum. Benden masa başı insanı olmaz mesela! Sosyal bir insanım. Hayatın içinde olmayı çok seviyorum. Bir bankacı veya muhasebeci de asla olamam! Bu süreçte bir yanıma olmazları koymuştum, olurlar içinde ise hem turizm hem de mimarlık vardı. O tarafım daha ağır basınca mimarlık yukarı çıktı ama eşim turizmci oldu.

A Mimarlık’ı kurmaya nasıl, hangi süreçte karar verdiniz?

A Mimarlık’ı bundan 21 yıl önce, 1998 yılında bir arkadaşımla birlikte kurduk. O dönem modern çizgilere sahip birçok iç mekan tasarımını projelerimize dahil ettik. Başlangıcımızdan itibaren ağırlıklı ticari firmaların, mekanların dekorasyon çalışmalarını yürüttük. Bu son dönemde ise özellikle Turizoom Internatonal Hotel Management Otel Yatırım Yönetim Danışmanlığı’nın da mimari konularının çözüm ortağıyız. Biz hem ekoturizm hem de dekorasyon mimarisi anlamında Turizoom’u yönlendirmeye çalışıyoruz. Kırsal, sağlık ve ekolojik turizm kavramsal olarak daha çok yeni Türkiye’ye giriyor. Dünyada da çok fazla örneği olan bu yaklaşımla yelpazeyi açmaya çalışıyoruz. Şu an odağımızda ağırlıklı turizm mekanları var.

Söz turizm mekanlarına gelmişken, Türkiye’deki otel mimarileri ve mekan tasarımları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Turizm, çok tüketici bir sektör ve içinde pek çok bileşeni barındıran büyük bir lokomotif. İnşaat sektörü, dünyada enerjinin neredeyse yarısını tüketiyor. Otel tasarımlarında da bu hassas nokta gözetildiği takdirde turizmin bir sektör olarak başı çekeceğine inanıyorum. Örnek vermek gerekirse; Antalya’da güneş enerjisinden faydalanabileceğimiz daha birçok projeye ihtiyaç var. Bakıyorsunuz, şehrin lüks bir oteline elektrik faturasını ödeyemediği için haciz gidiyor. Bu ne acayip bir ironidir? Sırf lüksü göze dayamak değil, orada mimarın sorumluluğu çok daha fazla. Ben yaptığım işi “Döngüsel Tasarım” şeklinde adlandırırken “Döngüsel Ekonominin Mimarisini” yapmaya çalışıyorum. Birinin girdisi birinin çıktısı olabiliyor.  Salt fiziki olarak da değil; sosyal ve özgünlük anlamında da fayda sağlaya sağlaya devam edebilmek önemli. Bulunduğu yerdeki küçük üreticilerden destek alabilmek de var buradan kastettiğim. Evet, kimi zaman bazı ürünleri kilometrelerce ayak izleri bırakarak tedarik etmek zorunda kalıyoruz. Ama öyle bir imkanımız varsa da, yerele öncelik tanımalı, yerel ekonomiyi ve özellikle kadın üreticileri desteklemeliyiz diyorum. İşte bu döngüsel mantık çerçevesinde tasarımlarımıza yön verdiğimizde fayda sağlayarak da tüketmiş oluruz. Biz buna bir anlamda “türeticilik” diyoruz. Şu anda şirket olarak, Soma Kadın Kooperatifi ürünlerini yılbaşında hediye olarak dağıtmak üzere bir alım gerçekleştiriyoruz. Aslında bir yandan kendi tüketimimizde fayda sağlıyor, bir yandan da kadın üretici topluluğunu destekliyoruz. Hayalimizde bunu yaşamın tamamına yayabilmek var tabii!

Bunu biraz daha açarsak; kırsal alanda kadının güçlendirilmesi ve kadın girişimciliğin desteklenmesi noktasında daha başka ne gibi çalışmalarınız var? Bildiğim, KAGİDER şapkanız ile de öncü bir kimliğe sahipsiniz.

2004’ten beri Kadın Girişimcileri Derneği’nin (KAGİDER) üyesiyim. Son derece enerjik, çalışkan, potansiyeli yüksek bir kadın girişimciler topluluğuyuz. Derneğin içinde olmaktan da gurur duyuyorum. Bakıyorsunuz, toplumun birçok katmanında kadın girişimciler yalnız kalabiliyor. İstanbul’da o kadar değil ama özellikle bağlı bulunduğum inşaat sektöründe sayı oldukça az. Keban’da mesela kadın girişimci belki vardır ama henüz görmedim. Biz KAGİDER olarak, kadının toplumsal cinsiyetini, ekonomisini güçlendirmek, toplumdaki eşitliğini ve girişimciliğini arttırmaya yönelik çok değerli projeler üretiyoruz. Kimi zaman geliyor, başarılı kadın arkadaşlarımızın girişimci çalışmalarından ve dinlediğimiz hikayelerden etkileniyor, birbirimiz için esin kaynağı oluyoruz. Çünkü biliyoruz ki, kadın dönüşürse, önce kocasını, ailesini, sonra da yaşadığı toplumu dönüştürür. Kadının çok yönlü kimliği üretime çevrildiğinde ise, bu hem ev hem de ülke ekonomisine ciddi bir katma değer sağlar. Her ne kadar Türkiye’de kadın girişimci sayısı az olsa da bu oranın arttırılmasına gereksinimiz fazla. Ülkemiz bu konuda birçok Avrupa ülkesine göre çok gerilerde. İstanbul’da bu oran ülkeye oranla biraz daha fazla.

Kadın dönüşürse toplum dönüşür…

Samimi anlatımında dönüşümün gücünün farkındalığıyla tıpkı tasarım gibi yaşama bakış açısının da değiştiğini dile getiren Öztürk, “Nasıl ki, bir kadın ev, aile ve toplumu dönüştürebiliyorsa, mimari bir yapı da yerel kaynakların kullanımı ve ekolojik bilinç seviyesiyle bambaşka bir forma dönüşebilirdi” diyor ve bu süreçte yerelin kendine özgü çeşitliliği ilhamı, babasının son Nimri Köyü ziyareti esnasındaki vefatı ise, en güçlü motivasyonu oluyor. Annesinin “köye gidelim mi?” çağırısının ardından Ekim 2007’de kardeşleriyle birlikte ilk kez memleket toprağına giderek kökleriyle buluştuğunu söyleyen Öztürk, bir bayram gününde üç kardeş ziyaret ettiği köyünde çok acayip bir his yaşıyor. “Babam dahil bütün aile büyüklerimin o topraklardaki ayak izlerine dahil olunca sanki kökle buluştum. Ağzımdan o an çıkan söz ‘Ben bu köy için ne yapabilirim?’ oldu” diye anlatmaya devam ediyor.

Kerpiç sıvalı yerel taş evlerle beton yapıların karmasında hislerinin mimari kimliğiyle adeta bütünleşerek boyut atladığını söyleyen Öztürk, ekolojik mimari ile yeni yeni tanışmaya başladığı o süreçte babasının ve atalarının anısına tek tip mimari proje çizmeyi kafasına koyduğunu söylüyor. Sonra o yerel malzemelerle modern kimliği aynı potada buluşturacağı projeyi bir niyet olarak salıyor. Ne var ki, babasının ölümün ardından ailesinde ardı arkası kesilmeyen ölümler ve hastalıklar bir tufan etkisi yaratıyor, anlattığına göre. Nihayetinde iki senenin ardından kökleri ile de bağ kurmak isteyen aile bireyleri, hemşerileriyle köy derneğinin yönetimine geçiyorlar. “Pınarlar Köyü Dayanışma Derneği’nde (Bugünkü adıyla Nimri) hiç kadın üye yokken, 9 kadın, 9 erkek yönetim ekibi ve kadın başkan seçtik. Ben kendi adıma hayatta edindiğim yeşil mimari, ekolojik bakış açısı, yerel üretim ve kadının güçlenmesi noktalarında katkım oldu.

Toprağın Kadınları Yarışması’nda ‘19 yılda tüm ödülleri alan tek kadın’

Bu arada toprak yapılarla ilgili bir çalışmanın içindeyim. Ekoloji ile ilgili bir sürü gruplarda gönüllüyüm ve KAGİDER’in içindeyim. Çocukluktan beri süregelen o öğrenme heyecanım, o çeşitlilikten beslenme halim aslında. Ben kendim gibi olmayanla da rahatlıkla bir şeyler paylaşabiliyorum” diyen Öztürk, “Toprağın Kadınları” Yarışması ile o süreçte tanışıyor. Atalarının Nimri’deki Köyü’ne yazdığı proje ile 2016 Türkiye birinciliği ile beraber Fransa’da iki dünya birinciliğine de hak kazanan Öztürk, 19 yılda tüm ödülleri alan tek kadın unvanına da sahip oluyor.  Öztürk, “Toprağın Kadınları Yarışması unvanı ile ben hayatımdaki en güzel unvanı almış oldum. Pek çok farklı kimlik var ama o benim kalbime tam manasıyla sinen bir unvan olmuştur” diye de ekliyor.

‘Toprağın Kadınları’ ödülünü aldıktan sonra süreç ne şekilde devam etti?

Fırat Kalkınma Ajansı’ndan destek almak üzere Valilik ricası üzerine bir proje yazmam istendi. Son olarak 12-13 Temmuz’da orada kaldım. 20 Temmuz’da parayı alıp, 21 Temmuz’da 12 kişilik ekiple projeyi gerçekleştirip İstanbul’a dönecektik. 15 Temmuz’da projeyi gönderdim, akşama darbe oldu. OHAL’den dolayı bütün devlet destekleri durdurulunca proje de durdu. 3-4 gün kendime gelemedim. Son 10 yıldır dekorasyon işlerini azaltmıştım. Ana param o koldan geliyor. “Dekorasyon yapacağım ama bunu içinden toprak geçirerek yapacağım” diye bir ahdettim. O sıra KAGİDER’in içindeyken “KAGİDER Tiyatro” diye bir ekip kuruldu. Hayatımda anlatabileceğim şahane bir anı oldu. BKM’nin yönetimini üstlendiği, bir kadının girişimciliğe giden hikayesini anlatan bir oyundu. Hem şaman hem histerik garson Sıdıka’yı oynadım ve sahnede olmayı da çok sevdim. O da olsa istermişim. Hatta o dönem İstanbul’un göbeğinde, BKM’nin alt katında, 200 çuval killi toprakla, şehirde bir mekan dekorasyonunda ilk kez toprak duvar uygulamasını yaptık.  Yılmaz Erdoğan Köyceğiz’de yaşadığı için çok daha sonra gördü. Onun “çok güzel iş çıktı” cümlesini duymak bir mimar olarak benim için çok gurur vericidir.

Özgül Öztürk’ün tasarım odağında kişisel ihtiyaçlara uygun, özgün projeler üretmek var. İlla kendi imzasını taşıyan tek tipleştirilmiş bir proje üretimi değil, anlatmak istediği. Her adımda kullanıcı ihtiyaçlarını gözeten, çevreye duyarlı ve sürdürülebilir bir anlayıştan söz eden tecrübeli mimar, “Enerjiyi, yaşamı ve doğayı olabildiğince işin içine dahil eden bir tasarım diliyle çalışmalarımızı projelendiriyoruz” diyor.

Nimri Köyü’ne geri döner isek, projeyi ne zaman tamamlamayı hedefliyorsunuz?

Şöyle, 3 yıldır Nimri Köyü’nde yapmak üzere planımı yapıyordum. Destek almadım, ekonomik kriz ve iş yoğunluğum sebebi ile gidemedim. Nihayetinde geçen sene aktif hale getirip, yerel yönetimlerle görüşmelere başladım. Başından beri köyün ortak alanına yapılmasını çok önemsedim. Bu arada vaz da geçemiyorum. Çünkü tek büyük motivasyonum, babamın o köyde vefat etmesiydi. Manevi bir yolculuktu o. Babam hayattayken birgün bir dağ fotoğrafı gösterdi, “burası bizim köy” dedi. Hiçbir anlam ifade etmiyordu, çünkü yaşanmışlığım yoktu. Babam “inşallah biriniz benden sonra gidersiniz” diyordu. Ben de “Aman baba ne işimiz var” cevabını veren çocuktum.

Saçlarına konan beyaz kelebek mucizesi oldu

Ben köyde de iki kere çok mucizevi bir olay yaşadım. Köy meydanında bir arada bir ritüel yaparken, gergin bir diyalog sonrası saçıma beyaz bir kelebek kondu, altı saat kaldı.  “Bir daha gelmeyeceğim” dediğim anda üstelik. Kelebek konduğu an bir ağlama bende. Kalbime çok net bir hisle babamın geldiğine yordum. Benim orada kalmama alan tuttu. Kutsal bir buluşma oldu. Bir sene sonra aynı olay tekrarlanınca “bunda bir şey var” dedim. Hatta mimaride kullanacağım. Evin doğusuna bir beyaz kelebek küçük vitray yaptırıp toprağa gömeceğim.

Bu bir proje gibi de değildi, bir yoldu. Hizmet süreciyle birlikte dernekle buluştu. Ardından gerek yaşam deneyimlerim gerekse dernekte hayal ettiklerimizi aktararak o ödüllere götürdü. Asla hiçbir şekilde Türkiye ve dünya ödüllerini alayım diye köye gitmedim. Benim orada olmam içsel bir yolculuktu. Şunu gördüm, gerçekten yaşamda yürümüşüm, yürümüşüm… Ama kaynakla buluşunca bambaşka bir forma dönüşmüş. Nimri Köyü ile başladığımız projeyi şu an Keban’da gerçekleştiriyoruz. Henüz temel aşamasındayız. Kırsalda iş yapmak çok zor, çok ağır ilerliyor. Ben İstanbul’dan altı kişilik usta ekibimi götürüp, ekim ayında bitirmeyi planlıyorum.

“Sözüme adanmış biriyim. Bir söz verdiysem onu her şekilde yapmaya, o yola çıkmaya gönüllü ve razıyımdır. Bir zorluk çıkarsa da sonuna kadar yılmadan üzerine gitmeye devam ederim. İletişimi kuvvetli bir insanım. Herkesin alanına saygı duyarım ama kendi alanımı da korurum. Şu da var, bir kere gönlüm kırıldıysa vazgeçmesini de iyi bilirim. Körü körüne asla takılı kalmam. Beni o projeye motive eden her ne ise onu kendime hatırlata hatırlata yoluma devam derim. Ben kendime ‘içten yanmalı motor’ diyorum. Dışarıda çok taarruz olsa da iç kaynaklarımla keyfimi, mutluluğumu sıcak tutmayı, enerjimi kendimden almayı bilirim. Keyfimi severim. Kolektif çalışmalara açığım. Hayata bir anlam katmak, bir iz bırakmak en büyük emelim.”

 Bunların dışında henüz gerçekleştiremediğiniz, gönlünüzde yatan bir proje var mı? Son olarak “hayatınızın projesi” ne olurdu diye sorsam?

Tam hayatın projesini çizdim diyemem. Her an yeni bir iş oluyor. Yaşamda değişen, dönüşen şeyler var. Hep bahsettiğim gibi, yıllar içinde ekoloji mimari ile ilgili iş yapma şeklim değişti, dönüştü. İlk dönemlerde sadece dekorasyon yapıyordum. Doğayla çok iç içe bir gençtim. Ofisi ilk açtığımda bir kapıcı müştemilatını ofis olarak kullandım. Daima ayağım toprakta olan ofisleri seçtim. Plaza ya da apartman dairesi olmadı hiç mesela. Sanırım, kendime dönüştürerek bir alan açıyorum. Çünkü benim aklımda emeklilik diye bir yaşam şekli yok! Yaşamıma indirgendi, sindirmişim işimi. Bu şehri sevmiyor değilim. İstanbul içinde kendime yaşanır bir alan açıp, oradan beslenip üreterek dışarı çıkıyorum. Biliyorum ki, bir topluluk içinde ben rahat nefes alırsam, daha iyi üretebilirim, daha mutlu yaşayabilirim. İnsanlar mutlu mekanlarda yaşarsa toplum mutlu olur.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir